“Ben senden önce öleceğim, biliyorsun değil mi?”
“Hayır bilmiyorum! Hem bunu nasıl bilebilir ki insan?”
“Ben biliyorum işte. Senden önce öleceğim. Çünkü senin benden önce ölmene dayanamam. Ben ölürsem sakın başka bir kadını sevme olur mu? Senin benden sonra, başkasını sevmene de dayanamam!”
Bu konuşmayı yaptığımız geceyi hatırlıyor musun aşkım? Gülmüştün. Kahkahalarla gülmüştün ve “Delisin sen, hem deli hem de inatçı bir keçisin! Sırf inadın yüzünden benden önce ölürsen hiç şaşırmam,” demiştin. Sonra gözlerine hüzünlü bir bulut çökmüştü. Yüzünü buruşturarak telaşla, “Allah korusun ne biçim sözler bunlar böyle? Sen benden önce ölmeyeceksin ve ben de senden sonra başka bir kadını sevmeyeceğim!” diye eklemiştin.
Hatırladın mı? Hani göğsüne başımı koyup kalp atışlarını dinliyordum. Bir an o kalbin duracağından korkarak göğsünün üstünden başımı hızla çekmiştim de dehşetle bu sözler dökülmüştü dudaklarımdan.
Kabul ediyorum fazla bencilceydi. Seni ölesiye sevmemden kaynaklı, kaybetme korkusuyla ve hastalıklı bir kıskançlık duygusuyla sarf edilmiş sözlerdi onlar.
Resimdeki kadın eşin olmalı. İyi bir kadına benziyor. Ama sen de şunu kabul et, ben ondan daha güzeldim!
Yok yok, onu kıskandığımı düşünme, artık kıskanmıyorum!
Dans ediyorsunuz. Bu resim bir düğünde çekilmiş olmalı. Kadraja gelinin duvağı da girmiş. Gözlerine bakıyorsun, tıpkı bana baktığın gibi... Demek onu da sevdin!
Al işte, nasıl da elimden düşürdüm koca çerçeveyi! Çok mu sakar oldum ne?
Ah, hem de yerinden sıçrattım seni! Korkudan göz bebeklerin büyüdü. Korkuttuğum için özür dilerim aşkım. Durduk yerde nasıl düştü duvardan, diye soran gözlerle bakıyorsun kırık çerçeveye değil mi?
Boş ver, her şeyin sebebini öğrenmeye çalışmak sadece yorar insanı. Geciktiğim için de özür dilerim. Erken gelmek elimde değildi.
Ne kadar yaşlanmışsın. Saçların hepten dökülmüş. Zamana yenilmiş gördüm seni. Yüzündeki yaşanmışlık izlerini çok sev olur mu? Zira ben çok seviyorum. Rengin de solmuş, ellerin ne zamandan beri titriyor? Bak işte suyunu da döktün. Hay Allah, kimse ilgilenmedi! İyi bakmıyorlar mı yoksa sana? Gözlerinin feri de azalmış sanki.
Ne o ürperdin mi? Pencereye bakma, yüzünde gezinen rüzgâr değil aslında, benim parmaklarım. Biliyorum biraz soğuklar. Penceren de açık kalmış, battaniyeni dizlerinin üstüne al, üşüteceksin!
Biliyor musun burada zaman kavramı yok. Gün batımını buradan göremezsin. Gecenin esrarlı karanlığı da yok. Ne yıldızları ne Ay’ı ne denizleri ne yakamozları görebilirsin. Kar yağmaz buralara. Bulut gezmez semasında. Rüzgâr esmez, ne dağ var ne taş, ne yağmur ne çamur… Ben sana bıraktım mevsimleri. Çiçekleri, kelebekleri, kurdu, kuşu, böceği, tüm renkleriyle evreni sana bıraktım.
İlk cemre düştü değil mi? Havalar ısınır artık. Baharın kıpırtısını duyuyor musun? Ağaçların damarlarına su yürüdü bile. Lalelerin soğanları çatlıyor bahçelerde. Çiğdemler karları deliyor yamaçlarda. Karlar eriyor aşkım. Dereler çağıl çağıldır şimdi dağlarda. Topraktaki çıtırtıları dinle. Doğa aşka uyanıyor. Ne kadar şanslı olduğunu bir bilseydin... Şiir yazdıracak ne varsa senin tarafında kaldı.
Şu an tam önündeyim. Şimdi de başımı göğsüne izinsiz yaslıyorum. Oh, kokun hiç değişmemiş, nefesin ne kadar sıcak. Dudaklarındaki ürpertinin tek suçlusu dudaklarım. Bak işte yine yaptım! Korkma masum bir öpücük aldım sadece. Nasıl da özlemişim dudaklarını. Nefes alış verişlerin hızlandı. Tenindeki garip ürpertinin sebebini anlamlandıramıyorsun değil mi? Kalbin yine deli gibi çarpıyor. Göğsündeki mucizenin sesini dinlerken ne çok korkardım aniden duruvereceğinden.
Çok şükür benden sonra da atıyor işte. Ne o ağlıyor musun? Yoksa hissettin mi burada olduğumu? Ha! Radyodan bizim türkümüzü dinliyorsun.
Ne çok severdim bu türküyü. “Ben seni sevdiğimi dünyalara bildirdim…” Ağlama kıyamam ben sana!
Yaşamın kıymetini bil aşkım. Aldığın her nefesin paha biçilmez bir değeri var. Ne demek istediğimi birkaç saniye nefesini tuttuğunda anlayabilirsin.
Biliyorum şu an içinden, saatin tik-taklarını sayıyorsun. Boş gözlerle yelkovanı kovalamaktan vazgeç. Hani “zaman öldürüyorum” sözü var ya aslında yanlış bir sözdür o. Doğrusu, “sen zamanı değil, zaman seni öldürür” olmalıydı.
Hadi kalk, zamanı yakala. Küçük şeyleri kendine sorun etmekten de vazgeç. Hani ödenecek taksitler, faturalar, falan filan... Hayatta hiçbir şey senden, canından önemli değildir. -Salla gitsin- Bak bu söz, şimdilerin son trendi.
Hadi üzerine kalın bir şeyler geçirip deniz kıyısına in. Biliyorum dizlerin eskisi gibi güçlü değil. Olsun, yavaş at adımlarını. Dışarıda yaşam seni bekliyor. Taze simit al, sıcak çay ısmarla kendine. Simidin kokusunu nasıl da özlemişim. Bir de martı çığlıklarını. Tamam itiraf ediyorum, aslında öyle çok ki özlediklerim, saymaya kalksam senin ömrün yetmez.
Denizin maviliğini, dalga seslerini, yosunların kayalarla dansını, yağmurda ıslanmayı, ıslak toprak kokusunu, gülmeyi, kahkahalarla gülmeyi, hüzünlenmeyi, kana kana ağlamayı, ara sıra dostlarla sohbet etmeyi, çekirdek çitlemeyi bile özledim. Hatta komşularla dedikodu etmeyi -burada buna izin vermiyorlar- en çok da gülen çocuk gözlerini özledim.
Of! Buraya gelmek için hiç acele etme olur mu?
Tek sevindiğim şey, burada savaşların olmaması. Düşünebiliyor musun? Bombalar yağdırmıyorlar masumların üstüne. Hiçbir soykırım hiçbir katliam söz konusu değil. Namus adı altında kadın cinayetleri işlenmiyor örneğin. Asla para karşılığı alınıp satılmıyor, cinsel obje gibi görülmüyor kadınlar. Egemen bir cinsiyet de yok üstelik. Tecavüzden, şiddetten muaf buralar. Burada top, tüfek bulamazsın. Kimyasal silah üretmiyorlar. Siyanür karışmıyor kaynak sularına. Doğayı katletmiyorlar çıkarları uğruna. Hani keşfinden bu yana yer altından fışkıran petrolle aynı oranda kan dökülmeyen bir yerdeyim. Ne insanın insana üstünlüğü söz konusu ne de hükmeden, hükmedilen biri var. Ne inanç ne umut ne duygu istismarı mümkün! Hiçbir tacirin barınamayacağı bir yer burası. Senin bildiğin ne varsa onlardan soyut bir düzlemdeyim işte.
Bana, “Orası nasıl bir yer?” diye sorma boşuna, ağzımdan laf alamazsın!
Kısaca, “Sır!” diyebilirim.
Hem varoluş başlı başına bir sır değil mi zaten? Sen de sırrın bir parçasısın unutma. Bir kez var olduysan hayatta çözülmesi imkânsız bu büyük sırra ortaksın demektir. Hoş, şu an beni göremediğin gibi duyamadığını da biliyorum.
Olsun, ben laf olsun diye konuşuyorum işte. Karşılık veremesen de seninle sohbet etmeyi özlemişim. Gözlerinin feri sönmüş biraz ama aynı mana soran bakışlarla bakıyorsun hayata.
Artık gitmeliyim. Üzülme sen. Ben seni yine seviyorum. Bazen özlemlerine yenildiğini, hatıralarına yaslanıp ara sıra gözlerinin dolduğunu biliyorum. Laf aramızda, bana senden haber getiriyorlar.
Gitmeliyim şimdi. Gözyaşlarının tuzu dudaklarımı yakarken kalp atışlarını yakından dinlemek ne büyük bir saadetti bir bilsen benim için. Keşke sözleştiğimiz gibi birlikte yaşlansaydık. Ama sözleşmeyi ben bozmadım ki!
Göğsünün altında atan o kalbe iyi bak olur mu, sevgi için çarpsın diye yaratılmıştır. Yanındaki kadına da iyi bak, mutlu olduğun oranda mutlu et onu.
Dedim ya kıskanmıyorum artık. Ölüler kıskanamaz çünkü. Biliyor musun? İnsan hayattayken kendi içinde oluşturuyormuş cenneti de cehennemi de. Merhamet, sevgi, anlayış, hoşgörü ve ne olursa olsun dürüstlük, bu saydıklarım cennetin anahtarları. Sevgisizlik, yalan, hırs, öfke, nefret, kıskançlık, intikam duygusu, bunlar da cehennemin yakıtı işte.
Senin içinde taşıdığın hangisi?
Unutma hayattaki tek kazancın arınmış bir kalple hayatı kucaklamandır.
Hoşça kal aşkım... Kalbini boş bırakma, ara sıra gökyüzüne bak!
Bulutların arasından sana gülümsediğimi hissedeceksin..