Bugün bir haftadır içimi kemiren bir olay üzerine yazıyorum. Kısa ve acı bir insan öyküsü… Bir vicdan, ahlak öyküsü… Sokaklarda kar, kış, yağmur demeden dolaşıp çöp toplayan insanlardan sadece birine ait…
Geçtiğimiz hafta Çarşamba akşamı, Taksim’de sahne aldığımız mekânın hemen önünde gerçekleşti olay. Otuz yaşlarında bir erkek, o büyük çöp toplama aracının önüne yığılıp kaldı. Belli ki sara krizi geçiriyordu. İstanbul’un dinmek bilmeyen yağmuru da daha bir şiddetlenmişti.
Sara hakkında çok bilgiye sahip değilim. Ama bildiğim kadarıyla bu kriz geldiğinde vücut tümüyle kasılır. İstem dışı çırpınışlara neden olur. İşte bu genç adam da yağmurun altında, yerde bu şekilde çırpınıyordu. Dişlerini sapladığı dili kanamaktaydı. Bu acı görüntü devam ederken, etraftan yardıma gelen insanları gördük. Birkaçımız da dışarı çıktık. Bulunduğumuz mekânın karşısındaki otelin dış kısmındaki masalara oturmuş Ortadoğulu Müslüman turistlerin başını çevirip bakmaya tenezzül etmediği bu acıya, dışarıya eğlenmeye çıkmış İstanbul gençleri müdahale etmeye çalışıyordu. İçlerinde kolları omzuna kadar dövmeli bir genç, elinde bira şişesi olan bir başkası ve bir de eşcinsel vardı.
Bir yanlış algıyı, aynı olay içinde görebilmek ne ilginç, değil mi? Hani dindar nesil yetiştirmek isteyenlerin, bu çabalarını haklı çıkarmak için “dindar olmasın da tinerci mi olsun?” demesini hatırlarsınız. İşte orada yardıma muhtaç insana elini uzatıp, onu yerden kaldırmaya çalışanların bu dindar nesil içinde olmadığını da anlayabilirsiniz. Güzel ahlak, vicdan gibi kavramların da dinle alakası olmadığını, otelin dış kısmında oturup kahvelerini yudumlayan, kadınların sadece burunlarının gözüktüğü Müslüman turistlerden de anlayabilirsiniz.
Ben o sırada insanlığımdan utanırken, onu tedavi ettirebilecek, bitmiş olan ilacını temin edebilecek maddi güce sahip olmayışıma ve buna rağmen kendime lanet ederken, etraftaki esnafın “bırakın, numara yapıyor. Genç adamsın çalışsana” demesine duyduğum öfkeyi de tarif edemem. O öfkeyi perçinleyen ise otelin güvenlik görevlisinin tavrıydı. Otel müşterisinin ‘huzurunu” kaçıran bu manzaraya karşı, güvenlik görevlisi onu otelin önünden kovdu. Genç adam acı içinde kıvranarak başka bir kaldırıma oturdu. O ‘marjinal’ etiketi yapıştırılan insanların verdiği suyla yüzünü yıkadı. Bir süre dinlendikten sonra ayağa kalkmaktan zorlanarak doğruldu. Arabasına elindeki boş su şişesini attı. Ne de olsa onun ekmeği bu değersiz çöp parçasıydı. Ellerini kaldırıp tanrıya yakardı. Titreyen dizleri… Titreyen, yakaran elleri…
Peki, bu talihsiz adamı otelin zengin müşterilerinden değersiz yapan neydi? O güvenlik görevlisi? O güvenlik görevlisiyle aynı havayı soluduğum için ben kendimden tiksinirken, o görevini yapmanın ‘gururuyla’ ortalıkta geriniyor, aldığı maaşı hak ettiği için ek bir gurur havasına bürünüyordu. Öte yandan toplumun geneli, orada acıyla çırpınan adama yardım etmek için seferber olmuş diğerlerini, yaşam tarzlarından dolayı ayıplamaya devam edecekti.
Ve kimse insanı temel alan bir değerlendirme yapamayacak, hepsi vicdanı ve ahlakı dindarda arayacak, geri kalanı ahlaksız, münafık ve benzeri diğer ifadelerle yaftalamayı sürdürecekti.
Siz de bunları söylediğinizde dini çarpıtmakla, dindarlara hakaret etmekle suçlanacaksınız. Bunca yıldır dindar bir hükümet tarafından yönetilen bir ülkede, böylesi bir gelir dağılımı adaletsizliği, böylesi vicdansızlık zerre kadar canlarını sıkmayacak onların. Üstelik yaşam biçimi olarak önümüze örnek olarak sundukları o İslam ülkelerinin ahalisindeki bu duyarsızlığı aklı başında tahlil etmeye de kalkışmayacaklar.
“Ahlaklı insan, beş vakit namazındadır. İbadetlerini tastamam yerine getirir.” %99’unu Müslüman ilan ettikleri ülkede insanlar açlıktan, yoksulluktan ve tedavi olamadığı hastalıktan sokak ortasında ölümle mi pençeleşiyor? Gitsin başka yerde ölsün!
Doğan Özcan