Onlar da herkes gibi günahsız, çaresiz ve büyük umutlarla ebeveynlerinin ellerine doğuyor. Bazen o iki kişinin eline bile olmuyor bu doğum, çünkü babaları onlar daha doğmadan çok önce çekip gitmiş olabiliyor ne yazık ki. Hatta bazen babalarının bir evlatları olduğuna dair haberi bile olmuyor, ya da sorumsuzca geçen bir gecenin bu ağır sorumluluğunu taşımak istemeyip kabullenmemeyi tercih ediyorlar. Anneler yavrularını bir başkasından ‘peydahlamaktan’ sorumlu tutuluyor. Ve bu çocuklar, bekâr annelerin çocukları olarak yaşıyorlar hayatlarını...
Keşke bu bebekler hep küçük kalsa, büyüyüp daha derin duygulara ve arzulara sahip olup problemlere göğüs germeseler… Hayatta sanki her şeyden bir geri dönüş varmış gibi; bir cinayet, bir hayata mal olmak bile sözde mahkûmiyetle çekilen cezayla ödenebilirken ne yazık ki, dünyaya yeni bir dünya ya da bu şekliyle bir cehenneme getirmek cezasız kalıyor.
Ve o bebekler, o çocuklar büyüyorlar. Bir babanın şefkatinden, dokunuşundan ve karakterinden yoksun, daha olmamış tatsız meyveler gibi yetişiyorlar. Güneş onları kendinden mahrum bırakıyor ve bu yüzden çoğunun kişiliğinin oturması için bile diğerlerine göre çok daha fazla yaz geçirmesi gerekiyor. Keşke tek engel gecikme olsa, herkes razıdır yazlara, ama her geçen yıl içinde sonbahar ve kışıyla geçiyor ve yalnızlıkla geçen günler, geceler bitmek bilmiyor.
Ne mutlu babalarını ölüme kurban edenlere, belki de büyümeye yüz tutarkenki tek soruları “babam niye öldü?” oluyor. Onlar hayatlarını eksik, olmamış, ama tap taze yaşıyorlar. Ya terk edilenler? Babalarını tanıyıp bilmeyenler… Onların kafası çok daha fazla sayıda güç soruyla meşgul oluyor.
Okul çağı gelip çattığında, onların başkalarının babalarına meydan okuyacak bir babaları olmuyor, belki de hiç tanımadıkları babalarından şöyle iyiymiş, güçlüymüş diye bile bahsedemiyorlar. Başları hep önde, boyunları bükük kalıyor babasız çocukların. Annelerine yükleniyorlar olabildiğince ortada suçlayacak bir baba da olmayınca. İstisnalar dışında; problemli sosyal, eğitim ve aşk hayatları bekliyor onları kapıda.
Kişiliklerini oturtup güzel işler, eşler bulsalar da hayatları problemli olmaya devam ediyor aslında. Her ne kadar unvan babında babalara sahip olsalar da hep bir eksiklik seyrediyor hayatlarında. Kendilerine yol gösterecek, gerektiğinde şefkat, gerektiğinde hiddet gösterecek babalara hiç sahip olmadıklarından onlar da kendi çocuklarına dededen bir yokluk mirası bırakıyorlar. Şefkat ve disiplin arasındaki denge hiç bir zaman sağlanamıyor. Onlar başlarına buyruk büyüdüklerinden, çocuklarına bağırıp yüklendiklerinde minik yavrularının kalplerini nasıl kırdıklarının farkına hiç bir zaman varamıyorlar. Ve de anneye toplumdan gereken destek gelmediği sürece de çocuklarına yanlış rol model olmaları kaçınılmaz oluyor.
Bu çocuklar, aşkın en güzel meyvesi olabilecekken, aşkın olmadığı bir hayata merhaba diyorlar. Sevemiyorlar. İşin en acısı da onları kabul edecek bir toplum hayatı da olamıyor ve o toplumda sevilmiyorlar. Birey olarak kabul edilmeyip yakışıksız damgalar yiyerek, bizzat toplum tarafından bir masumiyet cezalandırılıyor. Ne kadar adil, sizin kararınız…
Konu hakkında her zaman olduğu gibi görüş ve önerilerinizi http://www.hayatadokun.net/?page_id=6 sayfasından bana iletebilirisiniz. İlke kararlarımız gereği kimlik ve iletişim bilgileriniz 3. Kişi ve kurumlarla paylaşılmayacaktır.
Saygı ve sevgilerimle
Osman Tanrıkulu
Editör’den: “Sevgisizliğe Doğanlar” makalesi, sürekli okuyucularımızdan Sayın Osman Tanrıkulu’nun gönderdiği yazı taslağının Sayın Doğan Özcan’ca revizyonundan sonra yayımlanmıştır.
Sayın Osman Tanrıkulu’na Hayata Dokun’a verdiği katkıdan dolayı teşekkür ederim.