Bazen sokakta yürürken koca şehir üstüne üstüne geliyormuş, hani o sağır kalabalık elbirliği etmişler de seni boğacaklarmış gibi bir hisse kapılırsın.
Tüm şehir omuzlarına çökmüş, taşımakta zorlandığın karmaşık duyguların ağırlığından asfalta gömülmüştür adımların. Kafanda, çözümsüzlük yumağına doladığın bir sürü düşünce; üstelik de soğuk ceset gibi iliklerine işlemişken yalnızlık, yanından geçen başka bir annenin elinden sımsıkı tuttuğu kız çocuğunun buz mavisi gözlerinin en derinlerinde buluverirsin kendini.
Beyninin içinde küf tutan yaşama dair cevapsız sorularını bir kenara bırakıp, çocuğun gözlerindeki mavinin koyak gölgesinde bir saniye olsun soluklanmanın eşsiz huzurunu tadarsın. Bir anda unutuvermişsindir; dünya üzerinde konuşlanan akıl almaz adaletsizliğin sömürgesi, tutsak insan ruhlarını, öteden beri ruhunda yara gibi kanayan kadın ve çocukların uğradığı haksızlıkları irdelemekten kevgire dönmüş uykularını ve özellikle de bizim coğrafyamızda yaşanan berdelden töre cinayetlerine, yıldırmalardan ruhsal ve bedensel şiddete varan çağdaş ve çağdışı barbarlıklar manzumesini…
Sana bakan bir çift göz, henüz hırs ve şiddet denilen karanlık dehlizlerden habersiz, çaresizliğe düşmemiş; çıkarsız hesapsız, yani saf yani temiz yani masum… Ilık bir bahar yağmuru duruluğundaki bu bir çift göze bakarken ruhunu bir anda tüm kirlerden arınmış ve hafiflemiş hissedersin. Her geçen gün ayarı biraz daha düşen insanlığın kendi sarraflarını bile kör ettiği günümüzde, küçücük bir çocuğun dudağında henüz işlenmemiş altın değerindeki gülümsemenin çekim gücüne kapılırsın da sevinçli hareketlenmeler yürür asık yüzüne. Çocuğun bulaştırdığı tebessüm, mutluluğu unutmuş yüzünle birlikte tüm hücrelerine de yayılır. Farkında olmadan etrafına mutluluk salgılayan bu tılsımlı mavi gülüş umudu çağrıştırır. Yükünden yavaş yavaş kurtulan adımların hız kazanır. Daha bir kendinden emin yürüyüp gidersin yaşamın üzerine.
Birden o biraz önce beynini işgal altına alan çözümsüzlük olarak belgelediğin sorunlar, bu kez “bir yolu bulunur elbet”le noktalanmıştır. Başının üstündeki gökyüzünü fark edersin; mavi, en az çocuğun gözleri kadar mavi bir gökyüzü, kanat çırpan kuş sürüsü, yola yaslanan ağaç altında oturan dilenci, başının üstünde simit tepsisini ustalıkla taşıyan simitçi... Ve sesler, kuş sesleri, insan sesleri, korna sesleri... Yaşamın büyülü senfonisi, ruhunun en ulaşılmaz koyaklarına ulaşır.
Biraz önce hissetmediğin yaşamın, kendi seyrinde aktığını o akıntının içinde sadece bir damla olduğunu fark edersin. Evden sokağa adım atar atmaz giyindiğin korkuları, güvensizlik duygusunu çıkartıp atmışsındır. Ne kadar çok olsa da zorluklar, eğer umudun kaldıysa yanında, yaşam bir çocuğun gözlerine bir kere bakmak için bile güzel, yaşama maviyle dokunmak yarın kadar yakın, yarın kadar umuttur artık...
Bazen umutsuzluk dört koldan kuşatır bizi. Yarının bize hazırladığı sürpriz paketin içinde ne olduğunu bilmek istemediğimiz anlar olur. Olumsuzluğa, karamsarlığa kurarız yaşamın tüm saatlerini. Böylesi durumlarda zaman zaman kendimizi eve kapatırız. Eve kapatmakla kalmayız, üstelik kapıya bacaya da kılı kırka yararcasına kırk kilit vurup üstümüze çekeriz zifiri karanlık perdeleri. Tüm dostlara, en yakınlarımıza ve yaşama çevrim dışıyızdır artık. İşte böyle bir durumda dışarı çıksak, hatta zor kullanıp yaka paça kendimizi dışarı atsak ve yanımızdan geçen herhangi bir çocuğun gözlerine baksak. Rengi önemli değil, mavi, yeşil, ela, siyah hiç fark etmez, biz yeter ki baksak ve görebilsek renklere gizlenen kirlenmemiş mutluluğu. O gözlerin derinlerinde kıyısı kırılmamış sıcacık sevinçler saklı olduğunu hissedebilsek ve küçük sevinçlerin kucağında büyüdüğünü mutluluğun.
Unutmayalım ki yaşamın anlamı; ulaşılmaz dağların, aşılamaz okyanusların devasa büyüklüklerinde değil, küçük ayrıntılarında gizlidir, -rengi her ne olursa olsun- küçük bir kızın mavi bakan gözleri gibi...
28 Temmuz 2011